İsmail Gezgin ile Samandağ'da çocuklar için organize edilen eğitim faaliyetlerini; Karaçay Koordinasyonu, Kolektif Koordinasyon ve gönüllü öğretmenlerle birlikte kurdukları Karaçay Tomruksuyu Eğitim Alanı’nı konuşuyoruz.
Aylin Örnek: Merhabalar. 95.0 Açık Radyo’da Dayanışma Kuşağı programındayız. Bugün konuğum İsmail Gezgin. İsmail Gezgin bir arkeolog, aynı zamanda da çok iyi bir yazar, benim çok severek takip ettiğim bir yazar. İsmail Bey hoşgeldiniz programımıza.
İsmail Gezgin: Çok teşekkürler. Hoşbulduk, sağolun.
A.Ö.: Nasılsınız?
İ.G.: Dış dünya izin verdiği sürece iyi olmaya çalışıyorum.
A.Ö.: Datça’dan katılıyorsunuz?
İ.G.: Evet, Datça'dan katılıyorum.
A.Ö.: İsmail Bey, ben sizin deprem sonrasında Samandağ'da gösterdiğiniz dayanışma faaliyetiyle ilgili görüşme yapmak istiyorum. Benim bildiğim kadarıyla Samandağ'da özellikle eğitim üzerine ciddi bir faaliyet gösterdiniz, siz ve yanınızdakilerle birlikte. Önce ben şunu öğrenebilir miyim, depremi duyduğunuzda neredeydiniz ve ne yapıyordunuz? Oradan başlayabilir miyiz?
Asgari düzeyde de olsa, yaşam koşulu sağlayacak bir dayanışmaya ihtiyaç vardı ve onu sürdürdük
İ.Ö.: Elbette. Depremi ilk duyduğumda Datça'daydım ve günlük hayatımıza devam ediyorduk. Okuyup yazmaya çalışıyorduk. Ancak kısa sürede gelen haberler, o kadar büyük bir felaketle karşı karşıya olduğumuzu gösterince de herkes gibi biz de elbette bir şeyler yapma ihtiyacı duyduk, bunu dürtükleyen duygular ortaya çıkmaya başladı. Hemen yola çıkmak istedik ama ilk gün karlı bir gündü. Bütün yurtta soğuk hava vardı ve yollar kapalıydı. O gece gidemedik ve o gece nasıl bir yol izlememiz gerektiğini düşündük, anlamaya çalıştık ve uzun bir süreçle karşı karşıya kaldığımızı da fark ettik diyelim. Hemen akabinde de zaten biraz bekleyip, sonrasında dahil olmaya karar verdik. Çünkü biliyorduk ki o kadar büyük bir bölgeyi etkilemiş deprem sonrasında insanlar bütün ülkeye yayılacaklar ve onların problemleri de en az bölgede olan insanlar kadar önem arz edecek. O yüzden evde kalmayı tercih ettik ve nitekim birkaç gün içerisinde de zaten Datça'ya da, Muğla'ya da pek çok insan gelmeye başladı.
Bazılarını biz kendi irademizle, kendi isteğimizle veya kendi çabalarımızla getirttik. Twitter özellikle bu konuda çok önemli bir yardımcıydı. Yardım isteyenler ya da kalacak yere ihtiyacı olanları oradan haberleşerek, kendi imkanlarımızla buraya ulaştırmaya çalıştık. Gerçekten de burada onlara destek olacak, onların ihtiyaçlarını karşılayacak, onlara asgari düzeyde de olsa, bir yaşam koşulu sağlayacak bir dayanışmaya ihtiyaç vardı ve onu sürdürdük. Yani aşağı yukarı bir aya yakın, depremden sonra 25 gün falan herhalde bu işle uğraştık. Gerçekten Datça'ya iki binin üzerinde insan geldi.
Biz Datça'da küçük bir köyde oturuyoruz. Bizim köyümüze sadece 150 civarında insan geldi. Çocukların eğitimi, okullara yazdırılması, kişisel ihtiyaçları, kalacakları yer, konaklama, yemek gibi şeylerini organize ettikten sonra herhalde 25 gün geçmişti ve sonra dedik ki yavaş yavaş biz de gidelim. Orada yapacak, deprem bölgesinde yapacak bir şeyler olur diye düşündük. Aslında eğitim amacıyla da gitmedik oraya. Çünkü neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk ama şunu biliyorduk ki internet üzerinden ya da Twitter üzerinden gördüğümüzden daha farklı bir gerçeklik bizi bekliyor olacak, bunun farkındaydık ve dedik ki gidelim. Arabamız da biraz genişçe bir araba, arabada yatar kalkarız ve buradan doldurduğumuz arkadaşlarımızın da, köydeki insanların da desteğiyle arabayı doldurup gittik. Dedik ki orada ne yapabilirsek yaparız. Arabayla belki dağıtım yaparız. Hatay'a gitme kararı vermiştik zaten. Nehna diye bir SPK var biliyorsunuz, aktif. Deprem öncesinde de iyi çalışan bir örgüt. Oradan tanıdığım bir arkadaşa mesaj attım ve dedim ki, ‘Böyle bir niyetimiz var, nereye gidelim?” O da bize Karaçay Kolektif'e yönlendirdi. “Burada da arkadaşlarımız çalışıyorlar, yapıyorlar. Onlarla görüşün, oraya katılabilirsiniz,” dediler. Sonra ben onlarla görüştüm. Onlar da beklediklerini söyleyince yola gittik ve onlara dahil olduk. Hikayemiz böyle başladı aslında.
Acı o kadar büyüktü ki, yara o kadar derindi ki gerçekten herkes bir işin içerisine girme ihtiyacı duydu
A.Ö.: Anladım. Peki bir şey merak ettim İsmail Bey. Datça'da da, Datça'ya gelen depremzedelere yardım ettiğinizi söylediniz. Bunu bireysel ya da kendi ailenizle mi yoksa Datça'da da böyle bir oluşum mu vardı? Yani kimlerle birlikte yaptınız bu dayanışma faaliyetini? Onu merak ettim.
İ.G.: Vallahi Datça'da çok STK var zaten; kadın dernekleri, kadın örgütleri, parti STK'ları, örgütlenmeleri falan hepsi yardımcıydı. Bir de tabii ki Datça'da emekli nüfusun yoğun olması ve sezon dışı olması nedeniyle de Şubat ayında katılan çok sayıda insan vardı. Datça Belediyesi bu konuda iyi bir pozisyon aldı. Yedek yönetimde desteğini hissettik. Bir anda böyle kendiliğinden oldu aslında. Çünkü acı o kadar büyüktü ki, yara o kadar derindi ki gerçekten herkes bir işin içerisine girme ihtiyacı duydu. Onun avantajıyla aslında çok da böyle örgütlü olduğumuzu söyleyemeyeceğim ama, bir anda, kervan-ı düzlük diyelim, yolda bütün eksikler, açıklar kapanmaya başladı. Datça'da da iyi de bir dayanışma örgütü örneği gösterdiğimizi düşünüyorum.
A.Ö.: Ellerinize sağlık. Anlattıklarınızdan öyle anlaşılıyor. Samandağ, Hatay'a giderken kaç kişi gittiniz? Yani arabada kaç kişi vardı ya da birkaç kişi birlikte mi gittiniz?
İ.G.: Deniz'le birlikte gittik. Deniz eşim, iki kişi gittik. Zaten arabada başka yer kalmamıştı. Yani aslında Datça'dan gelmek isteyenler de oldu ama biz onları almak istemedik. Biz, biraz daha arazi koşullarına daha alışkın insanlarız, arkeolog kaynaklı şeyler. Dedik ki, “Biz bir gidelim gerekirse siz de gelirsiniz.” Onları almadık açıkçası. Arabada yatmak gerekirse diye düşünmüştük İki kişi gittik ve Karaçay'da Bedii Sabuncu Lisesi diye bir lisenin bahçesinde konaklayan koordinasyona dahil olduk ve orada çalışmaya başladık.
A.Ö.: Siz gittiğinizde o koordinasyon halihazırda başlamıştı değil mi işe?
İ.G.: Evet. O koordinasyon depremin hemen birinci gününde işe başlayan arkadaşlar. Yani oralı arkadaşların kurduğu bir koordinasyondu. Onlar da birkaç gün önce enkaz kurtarmaya falan çalışmışlar, dahil olmuşlar ama kendi ifadeleriyle, “O kadar çaresiz, o kadar yeteneksizdik ki ve elimizle alet yoktu. O kadar kötü hissettik ki kendimizi. Enkazdan vazgeçerek yaşayanların hayatına dokunmak istedik,” dediler. Yine onların ifadesiyle ortalıkta o kadar çok kamyon, tır varmış ki ne yapacağını bilmeden yardım getirmiş, dolaşıyormuş. Onlar organize ederek bir okulun bahçesinde hemen bir koordinasyon merkezi kurmuşlar. Kısa sürede de zaten bölgedeki en büyük koordinasyon merkezinden bir tanesine dönüşmüşler. Biz gittiğimizde 100’ün üzerinde insan çalışıyordu orada. Hepsi gönüllüydü dağıtım yapıyorlardı. İlginç de bir yöntem bulmuşlardı. Yani insanlarla doğrudan, yüz yüze kalmamak için bir WhatsApp grubu oluşturmuşlar. WhatsApp’tan ihtiyacı olanlar yazıyorlar, adresini veriyorlar ve ‘şuna şuna ihtiyacım var, şu anda desteğim yok’ diye. Gönüllü arabalarla o adreslere paketlenmiş olarak o ihtiyaçlar teslim ediliyordu. Uzunca bir süre bu böyle devam etti. Biz de onlara katıldık.
A.Ö.: Peki İsmail Bey şunu sormak istiyorum. Benim anladığım ve takip edebildiğim kadarıyla siz esas işin eğitim kısmında yer aldınız değil mi? Yanlış mı anladım ben?
İ.G.: Doğru söylüyorsunuz. Biz oradayken birkaç öğretmen arkadaş, yine aynı kolektife dahil olan birkaç öğretmen arkadaş eğitim yapabilir miyiz düşüncesi içerisinde ders programı oluşturmaya çalışıyorlardı ve eğitim alanı diye birkaç çadır kurulmuştu bunun için. Biz onları görünce zaten dağıtımdan hemen oraya kaydık. Dedik ki bizim daha çok faydalı olabileceğimiz bir alan burası. Sonuçta ben de 40 yıllık eğitimciyim, faydam olur diye düşündüm. Biz de oraya geçtik. Dağıtımla pek bağımız olmadı ama aynı kolektifin içerisindeydik. Biz de orada başladık. Önce ana sınıfı açılmıştı. Çünkü etrafta çok sayıda çocuk vardı. Bu bu çocukların kamyonların içerisinde, o kaosun içerisinde sağlıklı bir şekilde hayatta kalmalarını sağlayabilmek için yine orada gönüllü olarak çalışan birkaç arkadaşın öncülüğünde çocuklar için bir oyun bahçesi şeklinde de başlamış aslında. Daha fazla sayıda çocuk gelmeye başlayınca da bunları biraz örgütleyelim ve de eğitime başlayalım ihtiyacı ortaya çıkmış.
Sekizinci ve 12. sınıfların tabii ihtiyaçları çok acildi. Çünkü onlar sınava gireceklerdi. Yönetimler sınav takviminin devam ettiğini açıkladılar. Bir şekilde muaf tutulabilirlerdi ya da belki başka bir çözüm bulunabilirdi ama bu çözüm bulma arayışına dahi gitmeden sınav takviminin devam ettiği ilan edildiğini gören birkaç öğretmen arkadaşımız, onların ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bir eğitim yapabilir miyiz düşüncesiyle işe başladı. Ben de onlara dahil oldum, Deniz'le beraber yine ve orada çalışmaya başladık. Ama kısa süre içerisinde orada eğitim yapıldığını öğrenen ne kadar aile varsa, ne kadar öğrenci varsa hepsi oraya gelmeye başladılar, ‘biz de dahil olmak istiyoruz’ dediler ve uzunca bir süre biz de aslında sadece sekiz ve 12. sınıfları kabul edebileceğimizi söyledik. Ama tabii talebin o kadar yüksek olduğunu görünce de acaba başka şeyler yapabilir miyiz diye yeni arayışlara girdik ve sonra ilkokul açmaya karar verdik. Yani bir, iki ve üçüncü sınıfları açmaya karar verdik. Bir ön kayıt alalım istedik önce. Bin 200 tane öğrenci ön kayda başvurdu. Ne çadırımız vardı, ne öğretmenimiz vardı. Bunların hepsini kabul edemeyeceğimizi düşündük. Hemen öğretmen çağrıları yaparak, biraz daha örgütlenerek, birkaç çadır daha kurarak her sınıftan ilk 80 kaydı kabul ettik. 1-A, 1-B, 2-A, 2-B diye de şubeleri ayırarak eğitime başladık. Kısa sürede aslında eğitimi de oturttuk. Yani bir hafta, on gün içerisinde gerçekten sanki örgütlü bir okul, yıllardır çalışan bir okulmuş gibiydi. Çünkü çok deneyimli bir eğitim kadromuz vardı. Oturtmaya başladık. Bu arada özel eğitim öğrencileri ortaya çıktı. Onunla ilgilenen birkaç arkadaş da onlara yardımcı olmaya çalıştılar derken alanda bazı çocukların vakit geçirebileceği, eğlenebileceği birtakım şeyler yapıldı; çocuk parkı gibi, tırmanma duvarı gibi.
Alan, dört başı mamur bir eğitim alanına dönmüş oldu
Bu arada tabii ki Hatay Psikologlar Derneği’nden de söz etmek lazım. Onlar da bize dahil oldular. Dediler ki, “Biz de sizinle birlikte çalışalım.” Çünkü çok travmalı insan vardı etrafta, öğrenciler arasında da vardı. Onlara bir çadır verdik. Oraya günde üç tane psikolog gelerek bize yardımcı olmaya başladılar ve orada gerçekten çok ciddi bir yükün altına girdiklerini gördük. Halen bu arkadaşlarımız devam ediyorlar alanda çalışmaya. Bunun ötesinde bir hekim arkadaşımız dedi ki, “Ben de destek vermek istiyorum size, geleyim, sağlık sorunlarına ben de yardımcı olabilirim.” O geldi bizimle birlikte çalıştı. Bu arada biraz olanağımız olunca yine yardımlardan kaynaklı olarak bir sinema salonu kurabildik. Hem gündüz eğitim sırasında hem de akşam az da olsa farklı bir dünya gösterebilmek, alternatif bir mekan açabilmek arzusuyla bütün çocukların gün içerisinde, hatta gece yarılarına kadar vakit geçirebildiği güvenli bir atmosfer yaratmış olduk.
Bu arada tabii ki bize destek veren çok da STK oldu, belediyeler oldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Gebze Belediyesi bize, depolarımıza su taşıdı. İzmir Büyükşehir Belediyesi alanımızın etrafını telle çevirdi. Bir firma portatif tuvaletler getirdi. Onlar, bizim altyapımızın iyileşmesinde ve bizi de rahatlatacak bir yaşam alanı kurmamız da ciddi destek sağladılar. Aslında dört başı mamur bir eğitim alanına dönmüş oldu.
A.Ö.: Benim takip ettiklerimden bir tek galiba mutfak değil mi, bir mutfak da kurulmuş kampüs içinde?
İ.G.: Bir mutfağımız da oldu bu süre içerisinde. Çünkü aslında biz ilk gittiğimizde dışarıdan yemek geliyordu ve çok sağlıksızdı yemekler. Zaten çok insana pişen yemeklerdi bunlar. World Kitchen diye yine deprem sırasında oluşan bir STK, oluşumdu. Onlar yemek getiriyorlardı bize ama bizi çok protein ağırlıklı bir beslenmeye sürükledi. Bir de yani mutfağımız yoktu, hijyen koşullarımız çok iyi değildi. Yani ilk gittiğim gün bu ihtiyacı görmüştük. Ben de gastro yazarıyım çok uzun zamandır. Dolayısıyla oradan arkadaşlarımı aradım, ne yapabiliriz diye görüştük. Dedik ki, “Bizim böyle bir mutfak ihtiyacımız var.” Onlar da sağolsunlar bize belli bir süre kullanmak amacıyla, belli mutfak eşyaları gönderdiler ve orada bir mutfak kurma fırsatımız oldu. O bölgeden bir kadın arkadaşımız da bize yemeklerde yardımcı olmaya başlayınca daha sağlıklı, daha lezzetli yemek olanağına da kavuştuk. Yemek tabii ki sadece personele, gönüllülere, öğretmenlere. Ama buna rağmen yine de eğitim alanında günlük 60-70 kişinin karnını doyuran bir mutfağa dönüştü.
Eğitim meselesi işi işin içerisine girince işin daha duygusal boyutu da açığa çıkmaya başladı
A.Ö.: Peki. Sanıyorum üç ay kaldınız orada. Üç buçuk ay mı kaldınız?
İ.G.: Üç buçuk ay.
A.Ö.: Üç buçuk ay kaldınız. Evet. Biraz şeyden bahsedebilir miyiz, yani önceki hisleriniz ve gittikten sonra orada ki hisleriniz ve sonra döndükten sonra ne hissettiğinizle ilgili biraz konuşabilir miyiz acaba?
İ.G.: Tabii. Yani hala etkisinden kurtulabilmiş değiliz. Önce öyle başlayayım. Yani gitmeden önce biz sadece destek olmak, dayanışmak arzusuyla o bölgeye gitmiştik.
A.Ö.: Bu kadar kalacağınızı düşünüyor muydunuz?
Bu eğitim alanı, insanları bulundukları bu psikolojik atmosferden çıkardı
İ.G.: Bilmiyorum, bilmiyorduk. Yani maksimum 15 güne kadar döneriz diye düşünüyorduk. Elbette eğitim meselesi işi işin içerisine girince, işin daha duygusal boyutu da açığa çıkmaya başladı ve biz o 15 günü sürekli olarak uzattık, uzattık. En sonunda da sömestirin bitimine kadar kaldık. Şimdi, çaresizlik insanların gözündeki ışığı bile köreltmiş, azaltmış. Bunu görüyorsunuz, bunu hissediyorsunuz ve bu eğitim sırasında yapılan faaliyetler ya da oradaki o olumlu motivasyon diyelim, insanların yeniden gözlerinin parlamasına neden olduğunu da görünce bir duygu yoğunluğu oluşuyor. Yani ‘evet, bunu yapmalıyız’ noktasında karar verdiriyor, ‘burada olmalıyım, bunu devam ettirmeliyiz’ diyoruz. Çünkü şöyle düşünün; evler yıkılmış, yıkılmasa da kullanılamaz hale gelmiş, insanlar çadır bile bulamıyorlar. Biz ilk gittiğimizde gerçekten seralarda kalıyorlardı. Çünkü bizim bulunduğumuz bölge, daha tarımsal bir bölge, herkesin seraları vardı, seralarda da yaşayan insanlardı. Evin içerisinde, seranın içerisinde sürekli korku dolu bekleyişler, belirsiz olan bir gelecek, depremden başka bir sohbet, muhabbet yok. Çocuklar olumsuz etkileniyor. Anneler, babalar çok olumsuz. Hatta herkes ağlıyor. Ağlıyorlar yani çocuklarının önünde. O yüzden biz, ilk aşamada şunu düşünmüştük. Yani en azından çocukları o çadırlardan, o seralardan kurtaralım diye düşünmüştük. Ama aslında çok da planlamadığımız bir biçimde pek çok insanı bu eğitim alanı, bulundukları bu psikolojik atmosferden çıkardı. Anneler, babalar beraber çıkmaya başladılar. Yani onların geleceğine dair kaygılar, sınav kaygıları, onların yerini almaya başladı. Bize duydukları sevgi ve güven artmaya başladı. Öğretmenlerimiz aynı şekilde, onlar da böyle biraz çaresizdi ve eğitim için çırpınan birkaç öğretmeni görünce başkaları da dahil olmak istedi, ‘biz de yapabiliriz, biz de yapmalıyız’ düşüncesi oluştu. Yani kısacası aslında hepimize yani hem gönüllülere, hem depremzedelere, hem öğretmenlere, herkese çok pozitif etkisi olduğunu gördüğümüz bir süreç yaşadık ve bu süreç aslında bizi çok daha iyisini yapabileceğimize dair motive etti. Hakikaten sonrasında da, öğretmen arkadaşlarımızla da görüştüğümüzde, onlar da aynı şeyi ifade ettiler. Dediler ki, “Bu eğitim alanı hepimizi o duygudan çıkardı. Biraz daha sarılmamıza, geleceğe biraz daha umutla bakmamıza sebep oldu,” ve biraz tabii o atmosferden de uzaklaştılar. Sohbetlerin içerisine başka konular da dahil olmaya başladı; ‘sınava evde mi gireceksin, matematik dersi şöyle mi, bilmem ne, böyle mi?’ falan derken biraz dünya genişlemeye başladı. Yoksa gerçekten çok daralmıştı.
Bir de herkes çok çaresiz bir noktadaydı. Şimdi bu bir ışık oldu herkese ve o ışık sanırım bütün bölgeye de sirayet etti. Mahallede yer alıyorduk biz ve oradaki insanlarla da iletişimimiz vardı. Onlardan da biz çok alıyorduk, onlar da bize çok söylüyorlardı. Velilerden, komşularımızdan... Yani bilgiler hayatımızı değiştirdi, bu eğitim alanı da öyle. Bu çocukların burada yine cıvıl cıvıl, sanki böyle hiçbir şey olmamış gibi, eskiden olduğu gibi koşuşturmaları, farklı dertlerin peşine düşmeleri, düşüp kalkmaları, bunların hepsi gerçekten umut veren bir şeye dönüştürdü ve insanların zihinlerinin üzerinden depremin olumsuz etkilerini, tozlarını atmalarını sağladık. Hakikaten de çocuklar 24:00’e kadar bizim eğitim alanının bahçesinde oyun oynamaya devam ettiler. Oradaki koşullarla yaptığımız bir iki futbol kalesi, bir tane voleybol filesi, bir tırmanma duvarı falan derken orası onların bir toplanma merkezine dönüştü. Aileler akşam üzeri çocuklarıyla beraber gelip orada bizimle sohbet etmeye başladılar. Akşamları misafir olarak geliyorlardı. Bize getirdikleri tatlılar, yemekler... Öyle bir havaya dönüştü ve gerçekten çok olumlu olduğunu düşünüyorum.
Kamudan bir kolektifle çalışıldı aslında. Çünkü bir lider yoktu, bir başkan yoktu. Zaten herkes kendi derdiyle uğraşıyordu. Çünkü kolektifin kurucuları da aslında depremzede. Onların da bir kısmı gerçekten evlerini yitirmişler, yakınlarını yitirmişlerdi. Yani onların acılarını bile yaşayamadılar aslında. Onları da uzaklaştırmış oldu. Çünkü dert, ilgi alaka farklı bir alana yönelince biraz depremden uzaklaşıldı. Şimdi ‘daha iyi nasıl yapılabilir?’ noktasında düşünceler başladı. Gerçekten bitirdik. Cumartesi ve Pazar bile eğitim yaptık. Bayram tatili yapmadık mesela, eğitim yaptık. Çünkü çocuklar çok geç kaldıklarını düşünüyorlardı, çok zaman yitirdiklerini düşünüyorlardı. Aileler de aynı şekilde. Kaygılarımız birden böyle şeylere dönüştü.
A.Ö.: Peki döndüğünüzde ne hissettiniz? Datça'ya ilk gittiğinizde ya da yola çıkarken ne hissettiniz?
İ.G.: Dönmek çok zordu, önce onu söyleyeyim. Çünkü orada çok yoğun duygular içeren ilişkiler ortaya çıkmıştı. Onlardan ayrılmak, onları orada bırakmak gerçekten zordu. O yüzden de dönmeden önce de aslında o dönmenin hüznünü yaşamaya başladık. Yani neredeyse bir ay öncesinden nasıl döneriz diye düşünmeye başlamıştık. Yani hala döndüğümüzü söyleyemem, aklımız fikrimiz hep orada. Telefonlar zaten sürekli onlarla da böyle bir takım toplantılar yapıyoruz. Bizim kanalımızla orayla bağlantı sağlamış olan insanların o bağlantılarını devam ettiriyoruz bir şekilde ve oradan kopmuş değiliz esasında, yine ihtiyaç duyulduğu anda ya da gidişata göre yeniden gidebiliriz.
A.Ö.: Şimdi biz bu görüşmeyi, sizinle bu kaydı 24 Temmuz tarihinde yapıyoruz. Sanıyorum bugün açıklandı değil mi üniversite sınav sonuçları? Gelen bir haber var mı? Ben onu merak ettim açıkçası.
İ.G.: Henüz böyle çok net bir haber olmadı. Ama yine çok umutlu olduğumuz, başarılı olan arkadaşlarımız var. Ama şöyle düşünün; yani bu bu sınav meselesi o kadar karmaşık bir mesele ki. Sınava girmesi gibi bir adaletsizlik zaten depremden bağımsız olarak da söz konusu. Bu çocuklar hala herhangi bir binaya girebilen çocuklar değil. Burada gerçekten depremin etkisi devam ediyor, sarsıntılar devam ediyor bölgede ve deprem uyarıları da devam ediyor biliyorsunuz. Bu çocukları binalara soktular sınav için. Dışarıda giren çocuklar nispeten daha rahat hissetmiştir kendisini yani şehir dışında giren. Hatta bölgenin çevresinde giren çocukların da sınav başarısını etkileyecek bir atmosfer olduğunu düşünüyorum. Bu konuda da aslında Milli Eğitim Müdürlüğü'nü ya da sosyal medya aracılığıyla herkesi uyarmaya çalıştık ama bunu da kimseye dinletemedik, anlatamadık ve bu çocukları o binaların içerisinde sınava soktular ne yazık ki. Yani bunların hepsinin başarılarını etkilediğini düşünüyorum. Ama bu bir şekilde şu ana kadar aldığımız haberler aslında herkesin iyi kötü, kendi hedeflerine ulaştıklarını gösteriliyor. Yani bekledikleri puanları aldıklarını gösteriyor. Tabii ki şimdi tercih süresi başlayacak, onun sonunda ne olacak artık onu bilmiyoruz.
Çocuklar bu işten en fazla memnun olan kitleydi gerçekten. Yani onlar için orada bir okul oluşması; orada bir hayat kurdular onlar aslında. O çocukların da birçoğu birbirlerini tanımıyorlardı. Farklı okullardan gelmişlerdi. Farklı ilçelerden gelen çocuklar vardı. Ama birden orada bir yaşam kültürü oluşturdular. Yeni bir arkadaşlık ağı kuruldu ve onlar da bu işten hoşnut kaldılar, hem eğitim kısmından, hem de oradaki o samimiyetten.
A.Ö.: Mutlaka öyle olmuştur. Peki, son olarak şunu sormak istiyorum İsmail Bey. Biz deprem sonrası başladık bu programa, Dayanışma Kuşağı programına ve bugüne kadar yaptığımız tüm görüşmelerde aslında depremzede ya da yardım edilene olduğu kadar bu faaliyetlerin yardım edene de çok iyi geldiği ve insanların kendi yapabilirliklerini, kendi yardım edebilirliklerini gördüğünü fark ettik bütün görüşmelerde. Bu konuda ne söylersiniz?
İ.G.: Biraz problemli bir konu. O yüzden biraz uzun konuşabilirim bu konuda. Yani şöyle, elbette iyi bir şeye vesile olma noktasında, tabii ki herkesin salgıladığı hormonlar da etkiliyor olsa gerek, bir mutluluk, bir rahatlama, bir iyi bakış, bir iyi hissetmişlik sağlıyordur mutlaka, ama bizde dayanışma kültürü çok yok ne yazık ki. Biz de sadaka kültürü, yardım kültürü gibi daha böyle içerikli olan bir yapı var. Orada bunun problemini de çok yaşadık ve bizim en çok uğraştığımız şeylerden bir tanesi buydu. Çünkü yani hakikaten böyle bir şeyler yapmaya gelmiş insanlar vardı, becerikli insanlar vardı. Herkesin yapabileceği işler ya eğitim mesela öğretmenler falan, öğretmen olmayana açıkçası çok yerimiz yoktu. Ama bu amaçlarla gelen ve destek olan çok insan vardı. Bunun ötesinde tabii biz bir de yaralı bireylerden oluşan bir toplumuz biliyorsunuz, yani bizim son yıllarda yaşadığımız şeyler herkesi çok olumsuz etkilemiş ve çok yalnızlaştırmış durumda. Aslında bu ülke giderek insanların hayallerini gerçekleştiremediği hatta hayallerini yıktığı bir atmosfere doğru da sürüklüyor insanları. Dolayısıyla insanlar bulundukları yerlerden memnun değil ya da yerlerde değiller, istedikleri işlerde çalışmıyorlar, istedikleri kültür sanat ya da ekonomik koşullarda yaşayamıyorlar. Bu yüzden biz aslında böyle bir gönüllü problemi de yaşadık. Çünkü sizin söylediğiniz gibi; destek olmak, dayanışmak, yardım etmek iyileştirir noktasında bir algı var ne yazık ki insanlarda ve o algı iyileşmek isteyenleri de harekete geçiriyor. Yani zaten iyi değilsin, zaten başkasını bırak kendini toplayamıyorsun, başkasına doğru dürüst verebileceğin bir dayanışma gücün, kuvvetin ya da yeteneğin yok ama o da bir şey yapmak için oralara geliyor. Bu tür şeyler gerçekten çok problem yaratıyor. Yaralı insanlarla birlikteyiz, travmalı insanlarla birlikteyiz. Yüzlerce, binlerce insan var etrafımızda. Depremden çıkmışlar ve hepsi yakınlarını kaybetmişler. Yani onların problemleriyle ilgilenirken bir taraftan da kendisini iyileştirmeye gelmiş olan yani tırnak içerisinde gönüllüler vardı. Yani bir şekilde aslında şifa olmuş, yardım olmuş, oradan medet ummuş insanlar da geliyorlardı ki sayıları da hatırı sayılır rakamlarda. Onlar gerçekten biraz problemli. Onun ötesinde tabii ki dayanışma kültürü ki çok bildiğimiz bir şey de değil. Büyük felaketlerle karşı karşıya kalan bir ülkede, sık sık bunu yaşayan bir ülkede bunun gelişmemiş olması da enteresan. Bunun üzerine de düşünmemiz gerektiğini de hissediyorum. Bunun bir ihtiyaç haline geldiğini görüyorum. Tabii ki başkasının yarasına merhem olmak, ona omuz vermek onunla birlikte olmak, onun koşullarına katılmak bunlar çok önemli şeyler. Ama şunları da gördük işte; hayırsever diye kendisini nitelendiren insanlar, bir minibüse ya da bir kamyonete bir şeyler yükleyip getiren ve orada girişte medeni olmayan koşullarda dağıtarak kendisini iyi hisseden insanlar da var ki biraz onlara da engel olmaya çalışıyorsun. Neticede alma verme üzerine kurulu bir dünya da oluşuyor burada. Yani herkesin desteğe ihtiyacı olduğu, dayanışmaya ihtiyacı olduğu bir atmosfer olunca en basit yemek erzaklarından kıyafetlere kadar, pek çok şeye ihtiyaç ortaya çıkıyor ve bu ihtiyacın aslında ben demin söylediğim gibi sadaka kültürüyle giderilmeye çalışılması, vereni belki rahatlatıyor olabilir ama alan açısından çok hoş olmayan durumlar yaratıyor. Onların psikolojisini daha da bozuyor, kendilerini daha da kötü hissetmelerine neden oluyor. Bu tür şeyler üzerine de düşünmek, araştırmak gerektiğini hissediyorum.
A.Ö.: Evet yani aslolanın dayanışma olduğunu bir kere daha burada vurgulamamız gerekiyor. Yani ‘her yardım, dayanışma demek değildir’ diye düşünebiliriz en azından.
İ.G.: Evet. Bence de her yardım, dayanışma değil.
A.Ö.: Evet yani dayanışma gibi algılamamak gerekiyor. İsmail Bey çok teşekkür ederiz programımıza katıldığınız için, emekleriniz için ellerinize sağlık, kollarınıza sağlık.
İ.G.: Ben teşekkür ederim davet ettiğiniz için, sağolun. Size de kolaylıklar diliyorum.